Perşembe, Eylül 17, 2009

Taşındık

100 metre ileriye taşındık (manavın karşısı)

Pazartesi, Aralık 29, 2008

Teknoloji Devrimi

10 Adımda İhsan Alim İngilizcesi

İnovatif yönüyle tanınan özyağ, bu yoğun sınav döneminde boş durmuyor, ingilizceyi güzel yazıyorum ama konuşamıyorum diyenler için emsali görülmemiş bir amme hizmetinin altına imzayı çakıyor. Bundan böyle İhsan Alim, elinizin altında olmasa bile, blog sayfasının sağ üst kısmında sizlerle. Şu aşamada biraz kıt ve ağzı bozuk da olsa, sizlere eğlenceli ve hoşsohbet dakikalar vaad ediyor. Haydi durma, tıkla.

Pazar, Ekim 12, 2008

Ali Baba'nın Çorap Çiftliği


Ali Baba’nın çiftliğindeki çoraplar, paylaştıkları çiftlikteki bilimum 2 ila 4 ayaklı canlılar kadar geveze olmamalarıyla tanınırlar. Zira, buradan sonra “geveze” olarak adı geçecek olan bu canlılar, kendi türlerine özgü sesler çıkarmakla kalmayıp, etnik kökene dayanan kültürel bir çeşitlilik yaratarak ortamı da renklendirmeye teşebbüs etmişlerdir. Şöyle ki; nispi oryantal kökenli bir *** geveze hayvanının çıkardığı “gıtgıtgıdak” sesi garp ve dahi şimaldeki akrabaları tarafından kesinlikle anlaşılmamakla kalmayıp, kendisine “kikiriki” ve “kokoroko” benzeri tepkiler gösterilmiştir ki oryantal *** gevezeleri böyle bir konuşmanın bulundukları elit konuma hiç yakışmadığını tekrarlasa da bir anlaşma kesinlikle vuku bulmamıştır. Lakin, sessiz ve masum imajlarını yıllar boyu korumuş olan çoraplar, kendi çiftliklerini kaderleri elverdiği ölçüde asla bozmadan bir ömür geçirmeyi hedeflerler.


Çoraplar monogamiktir, ve bu konuda bilhassa muhafazakardırlar. Tek eşlilik kendilerine o derece yakıştırılmaktadır ki, bir çorap eşi olmayan başka bir çorapla beraber yakalandığında kesinlikle ortada “yanlış anlaşılan” bir şey olduğunu belirtme ihtiyacı duymaz. Çünkü, ortada bir yanlışlık olduğu ortadadır ve zaten herkes bunun farkındadır. Böyle bir durumda yapılması beklenen şey tabiidir ki bahsi geçen çorapları eşlerinden ayıran zalim kişi ve kurumları uyarmak, onların kendilerine gelmeleri için şöyle bir sarsmaktır.


Bilindiği üzere çoraplar aynı zamanda iki yüzlüdürler, tıpkı tüm canlılar gibi. Ama çorapları tüm canlılardan ayıran özellikleri, iç ve dış yüzlerinin kolaylıkla ortaya çıkarılabilip görselleştirilerek anında karşılaştırılabilmeleridir. Bu halde, çorapları şu şekilde ikiye ayırmak mümkündir; içi dışı bir olanlar – içi dışı bir olmayanlar. İçi dışı bir olanları hepimiz biliriz. Bunlardan korkmamız için bugüne dek asla bir sebebimiz olamamıştır. Bazıları o denli içi dışı birdir ki, profesyonel bir çorap çiftçisi bile hangi yüzünün dış yüzü olduğunu ayırmakta zorlanabilir. Transparan, saydam yahut şeffaf olarak anılan ve ışık geçirgenlikleriyle ünlü olan çoraplar da rahatlıkla bu gruba dahil edilebilirler. İçi dışı bir olmayan çoraplar ise bizim asıl dikkat etmemiz gereken çorap çeşididir. Bunlar hiç de masum ve temiz yürekli değildirler. Hatta yanlışlıkla dahi olsa bu türden bir çorabın iç yüzü açığa çıksa, bağımsız herhangi bir gözlemci tarafından hemen fark edilmekle kalmayıp fena halde tiksinti ve bulantıya yol açarlar. Toplum içinde dış yüzlerini takınmadıkları takdirde, toplumdan fena halde dışlanırlar.


Umuyorum ki bu yazı, bilim dünyasının bu güne dek önemini vurgulamadığı bir husus olan bu hususta, okuyucuyu aydınlatmakla kalmış, daha öteye gidememiştir. Yazımı sona erdirirken size son bir mesaj:

Lütfen alkollüyken çorap kullanmayalım, kullananları kıllandıralım!

Çarşamba, Eylül 17, 2008

Onlar


Evet, sonunda büyük gün geldi. Daha saniyeler önce telaffuz ettiğim bu tümce, artık sonunda geçmişi silme içgüdümün kendini ele vermesine bahane oldu. Lakin bununla birlikte yeni birtakım sorgulamalar ve iç hesaplaşmalar da ortaya çıktı. Acaba, ben böyle derken ‘bunlar’ yerine yeni bir ‘şunlar’ önermeli miydim, yoksa ‘bunlar’ın olageldiği zaman dilimini tarihten komple silmeli miydim? Veya belki de henüz akıl erdiremediğim bir başka tamamlayıcı eylemde bulunmalı mıydım?


Daha fazla düşüncemelere kapılmadan, kendime hemen bir çikolatalı ıslak kek söyledim, getirdiler. Siyahi bir kalori yumağının iddialı beyaz mini elbisesini sıyırmam, bu küçük maceramın başlangıç noktası idi. Kendisi bana karşı ne direniyor, ne de başımın etini yiyordu. Ama tüm bu şehevi ve uysal tavırlarına rağmen asla benim ideal dişi figürümü sembolize etme şerefine layık olamayacaktı. Çünkü, benim kafamdaki ideal dişinin mini elbisesi kesinlikle turuncuya kaçık lacivert renkliydi. Tıpkı önceki seferler de olduğu gibi, bu sefer de, ideal olmayan her şeyi yeme hususundaki dayanılmaz arzum bir anlık hedonizmimin şemsiyesi altına gizlenerek gökkuşağından korunmayı başardı.


Sonunda korktuğum başıma geldi ve iç hesaplarımda bir açık yakaladım. Bu açığı örtbas etmeye yahut etmemeye beni teşvik edecek kendimden bağımsız hiçbir denetleme sistemi olmadığından dolayı ‘bunlar’ yerine hayatıma noel baba şeklinde küçük cüceler yerleştirmeye karar verdim.

Şöyle bir yukarıya doğru bakınca da zaten bilincinde olduğum bir farkındalığım beni iyice tiskindirdi ya neyden acaba? ‘Bunlar’, sadece ufak ve masum ilham parçacıkları mıydı yoksa düpedüz bildiğimiz özentilik miydi? Çok sonra...


(izinsiz kullandığım screenshot crop'u için emre'ye tişkürler)

Perşembe, Eylül 11, 2008

Radyoaktif Şarapçı Erdenizin Yürek Burkan, Büzük Daraltan Dramı


Meraba sevgili okurlar ve edebiyat severler, uzun bir aradan sonra tekrar beraberiz. Bu seferki hikayemiz tamamen götten sallama olmasına rağmen gerçek kişi ve kurumlarla acayip alakalıdır, ve hikayenin sallanma sürecinde hayvanlara çok pis zarar verilmiştir, sen de 10 ben diyim 20 süt dana itlaf edilmiş, hepimize yıllarca yetecek kadar işkembe, kelle paça, börkenek, kırkbayır, apandist çorbası yapılmıştır. Bildiğin piskopatız yani. Şimdi gelelim hikayemize.

Küçük erdenaz her sıradan, banel bir çocuk gibi doğdu. bol bol altına sıçış, üstüne kusuş, amuda kalkıp işeyiş gibi bebe olmanın koşullarını yerine getirdi hepimiz gibi. fakat, fakat... Fakat birşeyler ters gitti. gitmiş olmalıydı. yoksa o da bir insan evladıysa biz neydik? bu soruya cevap vermeye çalışan bütün insan aleminin kafayı sıyırmaması için, kişilik bozukluklarıyla deli cevatlara dönüşmemesi için biri bu olaya el atmalıydı. nitekim o el atıldı, bütün insanlığın kurtarıcısı o el atıldı. o el ki,
michelangelo'nun çizdiği el yanında nah çekermiş gibi kalan o el, Ufak Yiğite aitti. Evet o mübarek el ufak yiğitindi. ehe mehe diye gülen o eller onundu. bir umut sarıkaya karikatürü karakteri olan ufak yiğit o dolma parmaklarıyla mıncıklamıştı erdenazın o yumru yumru omurilik soğanını. ama ufak yiğit, yaradılışının verdiği mallık ve sapıklıkla parmaklarıyla tasvip edilmeyecek hareketlere girişti. mahallelinin "goşun bebeye tecavüz ediyler" nidalarıyla yiğiti koruya çekmeleri erdenazın hayatını kurtardı fakat olan çoktan olmuştu. erdenazın kalın bağırsağında iki barnak kalınlığında yırtık oluşmuştu. o andan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmadı, olamadı.
erdenazın bağırsağı kaçak yapmaya başlamıştı. erdenazın boşaltım sistemi içbükey bir hal alıp, karın boşluğu kapalı havza klasmanına dahil oldu. yani erdenazın göbee bir nevi foseptik çukuru halini aldı. tuvalet kağıdı masrafı azalan erdenaz buradan arttırdığı parasını şaraba yatırmaya başladı. erdenazın ne kadar sağlam motoru olduğunu bilenler, şaraba ayrılan bütçenin ne kadar muazzam olduğunu tasavvur edebilirler zannımca, hı?
gün gelir, erdeniz saadettin teksoyun ukrayna versiyonu olan patrick swayze tarafından keşfedilir. UTV ana haber bültenine çıkan kapalı devre boşaltım sistemli erdeniz ukrayna halkını televizyona kitler. televizyona kitlenen kitle içinde çernobilde çalışan mühendis kardeşlerimiz de vardır ki bu kitlenme reaktörlerdeki aşırı ısınma, zincirleme reaksiyon, bujilerin meme yapması tarzı ufak sorunları göz ardı etmelerine neden olur. iki dakka sonunda çernobil semalarında mantar bulutumsu patlama efektleri görülür. etrafı bok ve radyasyon götürmektedir. bu bok ve radyasyon bulutu big bang vari patlar ve anadoludaki üzüm bağlarını etkisi altına alır. tabi hikayenin ilerlemesi açısından hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde bu etkilenen üzümler erdenizin pek sevdiği YarraYering şaraplarının üzümleridir. erdenaz kapalı devre sistemine geçtiğinden beri tuvalet kağıdı kullanmadığı için acayip para biriktirmekte, sonra hepsiyle acayip miktarda şarap almaktadır. thats why, everything something happens ve erdenazı radyoaktif bir şarap şişesi ısırır. o zamandan beri erdenaz sunset te florasan olarak görev yapmaktadır.

Perşembe, Haziran 05, 2008

Köpeköldüren Üreticileri Manidar Bildirisi

Bir Haykırıştır Bu Garşıki Dağlara, Garşıki Dağlar Cenderme:
Kızılın siyaha, lacivertin bok rengine kaçmaya başladığı akşamlarda, yatsı namazının kılınmasını müteakip, her birimiz birer Tyler Durden olurduk, sevişme savaş diye bağırarak, ki farkına varılsın uçkur nahiyelerinin zevk-ü sefa eylemekten başka sadece tüketilen şarapların posalarını klozete ve ya en yakın duvar, çalılık vesaireye ulaştırma çabasını gerçekleştirdiğini, kat'i suretle çarpık sistemin işleyişine kamış sokma gibi bir işlev arz etmediğini.
İşte böyle bir kızılın siyaha, lacivertin bok rengine kaçmaya başladığı bir akşamda, bir önceki bu nitelikleri ihtiva eden akşamdan kalanlarla başladı haklı davamız. Renklerin hızla kirlendiği , birinciliğin beyaza verildiği takdirde ikinciğilin Okan Bayülgen'e verileceği şeklinde espri yapan düşük zekalı prokaryot yaşam formlarına olan nefretin iyicene depreştiği vakitlerdi. Ortalık karışık, demokrasi, nasyonel anarşizmin maskesi olarak entellere kakalanıp özünde totaliter bir rejim oluşturmaktaydı olayın kaymağını yiyen, kaypak para babaları için, ki o kakalaycılar, aslında global anarşizmin kendilerine mutlakiyet olarak kakalandığı kakalaklardan başka bir halt değillerdi. Bu kısır döngüsel kakalamaların farkında olan bizler, aydınlanmış olmanın verdiği hafiflikle bu kirli, karanlık ve yoz düzenin oluşturduğu gaz ve toz bulutunun ikibin mil üstünde kendimizi güvende zannederken farkettik ki babalara gelmişiz, babalara gelişimiz, yalnız ve güzel Türkiye'nin yalnız ve bir o kadar güzel aydınlık gençleri şeklinde paketlenip üstüne "ttnet, hızlı internet" şeklinde afilli fakat bir o kadar da yalan ve sahtekarlık kokan bir etiket yapıştırılıp fitil niyetine kakalanıyormuş, acımadan, acımamasına ihtimam edilmeden.
İşte o gece hepimiz bir Tyler Durden'dık. Kaosun düzen olduğun, düzülenin bizler olduğu bu ve buna benzer gecelerde, düzen yanlısı, okul çantasını akşamdan hazırlayan bizler anarşisttik aslında, ya da anarşizm kavramı düzenin kendisi kadar yozlaşmıştı içten içe. Belki de bu olağanüstü değişim, sadece yozlaşma kavramının içini boşaltmıştı ve bu kelimeyi referans alan 5 milyar eksi biz bir maskeli balodaydı ve kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki maskelerini kendi suratları zannetmekteydi. Onların gözlerinden, maskelerinin göz nahiyesindeki mavi-kırmızı, üç boyut etkisi yaratan filmlerin ardından kendi dünyalarına ait hiperaktif, anarşizm eğilimli kedi yavruları kıvamındayken, aslında şizofrenik ve düzen yanlısı yanılsamalar mıydık, yoksa yanılsama olan bu şizofreninin kendisi miydi? Nihilizmin kutsal kase arayışımıza çomak soktuğu bu gecelerde kendimizi bulmaya çalışırken kaybolduk, ya da kayıp olan benliğimizi şans eseri bulduk. Fakat gerçekliğinden tek emin olduğumuz gerçeklik, soğuk sulardan gelen bir nesnenin bizi beklediğidir. Sorun ise gerçekliğin ne olduğunun bilinmemesinden doğan gerçeküstü yanılsamalardır. Silkinip kendimize gelmessek hepimiz yarra yering bence.

Cuma, Mayıs 23, 2008

Anglosaksoculuğun yarattığı dayanılmaz piskopatlık



uzun süren manikdepresif ve bir o kadar da nahoş olan piskolojik olarak yandan yemiş bir dönemin ardından yazıyorum bunları sizlere. bırakıcam bilimi mühendisliği, meyhane açıcam bi dene. regresyon kadar daş düşsün tepelerine. üç adet daşşaklı case verilen bir dönemde, sınavların şemsiye misali açılamayacak pozisyonlarda bulundukları bir dönemde, ülkenin dört bir yanından gelen gençlerin soyunun çatalhöyüğe dayandığını iddia eden ve bunun üzerine çantaların sıraların üstüne konmamasının gerektiğini savunan manyak bir ingilizce hocasının bir o kadar manyak sunumlar yaptırmaya çalışması insan hakları evrensel bildirgesine ve magna carta ya hakaret ve dil uzatma değil midir? üstüne elalemi kıçıkırık iki dakkalık sunum için daldaşşak köyü ihtiyar heyeti ile röpörtaja yollaması da recm ile katline davetiye çıkarmaz mı? insan manyak olmaya görsün. havaların ısınmaya başlamasıyla her türlü uçan ve kaçan haşaratın tişörtlerin üstüne, kola, enseye, göbek deliğine gelip yapışması ve fiske ile postalama arzusunun ürünü olarak tişört üstüne, kola, enseye, göte göbeğe zeytin ezmesi kıvamında iz bırakması ne kadar iğrenç bir duygu de mi? hepimiz kesin yaşamışızdır, ben yaşadım şahsen, hala yaşamaktayım, her tarafımda zeytin ezmesileri var. boy boy. o yüzden haşaratlardan ve ingilizce hocalarından uzakta ufak bir meyhane kurup, akşamları iki tek atıp yatmak tek arzum olmaya başladı gibi geliyor bana sanırım. aslında ingilizce hocalarını da bir fiske ile zeytin ezmesine çevirebilmek mümkün olsa bir saniye durmam, kafalarına sıkıp giderdim. tekme atsam da olur, sadece onları o duvarda yağlı boya gibi görmek istiyorum. hani klasik ingilizce öğretmeni tipi olur ya. fiziksel özellikleri kollarında çantaları, bir ellerinde kitaplar, liseli kız kıvamında bele dayanmış alt kısımları falan, işte o, bir de üstüne diğer elde teyp. evet teyp. en belirgin özellik budur. hıyarın teki doldurur bir kasede konuşmaları, o hocalarda sanki teypten dil öğrenilirmiş gibi gereksiz varoluşlarının demirbaşı bellerler güzelim teknolojik aleti. bu fiziksel özelliklerinin yanında erkekler konusunda bedeviler kadar bile bahtlı olamayan bu hatun kişiler, fiziksel ihtiyaçları için bırakın bir erkek insan hayvanını, erkek kutup ayısı bile bulamadıklarından mütevellit, limit değerlerin üstündeki östrojenin de etkisiyle, iq da dramatik bir düşüş yaşayıp, ottan boktan kıl kapma gibi insanüstü özelliklerle donanıp, kendi halindeki üniversite öğrencilerine işkence yapmayı rutine bağlarlar ve bundan orgazm açlıklarını giderirler. şimdi bütün bunları düşünüp tam ağırlık merkezi hedef alınarak atılacak bir tekme, kafa, dirsek, kroşe, diz ve muadili hasar verme yöntemleri nasıl bir zevk verir insana değil mi? kırılan kemiklerin çıkardığı ses ruhunuzu beslerken etrafa saçılan salya sümük kan, uygun yere vurulursa kusmuk, görsel açıdan da tatmin sağlamaktan öteye geçip manyak eder insanı. oh be rahatladım gibi accık.

Perşembe, Mayıs 01, 2008

Yarı-açık Mektup


Biricikim Sigmund,

Bu satırları sana yazmadan önce şunu belirtmek isterim ki, bu satırları sana yazma sebebim seni kendime pek yakın hissetmemdir demeye kalmadı sana birkaç satır yazdım bile. Seni kendime yakın hissetmeme gelince, beni sakın yanlış anlama; zira benim sana karşı olan hislerim, her ne kadar sen aksini iddia edebilecek ve hatta kendince kanıtlayabilecek olsan dahi, cinsel içerikli değil, valla. Seninle ilk tanışışım nerede oldu hatırlayamıyorum ama şu kesin ki tarihin başlangıcından (İ.S. 1988) bu güne (Ö.S. 20) [yuh lan 20 sene olmuş beaa] ne zaman bir yerde sana ait bir ifadeye rastlasam, “şerrefsizim bu benim aklıma gelmişti... de tabi ben başka şekilde ifade ederdim herhalde... yok lan içime atardım, söylenir mi yav böyle şeyler alenen” benzeri içsel tartışımlarla boğuşuyorum. Ancak, tee ne zamandan bu güne değin bu içten tersinir boğuşumlarımı açık etmemeye özen göstermişimdir. Yazarayak tekrar düşündüm de; iyi etmişim aslında. İnsanın içinde her daim sadecene kendine sakladığı bir takım gizli ve saklı olgular olmalı, hatta bu olgular insanın içini duldurmalıdır. Evet Sigmund doğru okudun, seni kendime sakladım. Lakin şu da benim için acı bir gerçektir ki, insanın kafasının içinde başka bir insan saklaması, o insana (saklayan dallama) ne denli mahremiyet hissi sağlıyorsa, benim hissiyatım da o kadardan aşağı kalmadı. Zaman zaman iç seslerimden şüphelenir oldum. Ne vakit bir iç ses bana bir şeyler gevelese, bu sesin kime ait olduğunu sorgular hale geldim zamanla. Söyle bana Sig, var mıdır bu aksiyonun başka yerde timsali? İç kulağımda birtakım problemler mi vardır yoksa? Bu arada, oradan “olur mu hiç iç kulak, dön de arkana bak!” deyen bağnaz rasyonalist sesler duyar gibi oldum. Buradan o kancıklara sesleniyorum: sizi şimdi neremle duydum lan güdükler! Her neyse, fazla seslendim galiba ki sevgili çevre civar halkı beni hunharca süzmekte. Çevrecivarda hiç yabancı yok. Bildiğin üçlü tayfa. Her zamanki gibi süperben de bizimle beraber, diğer ikisinin arkasını toplayıp duruyor yine. Arkasını toplarken de sövüp durmakta yoldaşlarına. Bizim ikilinin ise boyunları bükük, sanki özgürlükleri ellerinden alınmışmış da üstüne bir de azar işitiyorlarmış gibiler. Yalnız var ya, o kadar ilerledim ama yine iletim yarım ka

Perşembe, Nisan 24, 2008

23 İnsan ve 7 Cüceler - Kısım 1


Toplamda 30 kişilerdi, bir eksik bir fazla fark etmezdi. Tarihin en eski çağlarından günümüze dek dillerden dillere, ağızlardan kulaklara dolaşan bir efsaneydi. Büyüdü, yozlaştı, mit oldu ama henüz yok olmadı. Bilen bilir, günümüzde taşrada ve türlü ormanlarda anlatılmaya devam etmektedir kendileri. Tabii ki orijinal eserdeki yeni nesillerin anlayamayacağı noktalar günümüz dünyasına göre adapte edilmiş, “beygirini takas eden şövalye” yerine “ferrarisini satan bilge” denmiştir. Bu ufak modifikasyonlar dahi, bu “anlatı”nın ambiansını bloke edememiş, aksine onu daha da güçlü kılmıştır. Ne acıdır ki, size bu platformda tamamını sunamayacağım bu kutsal şeyi kısmen özetleyerek geçiştirmeye çaba göstereceğim.

“Her ne kadar artık klişeleşmiş olsa da, o vakitte daha ilk olarak bir varmış bir yokmuş ki zamane insanlarına göre bu bir çılgınlık, bir marjinalite imiş. Sevgili okurlar, fazla meraklanmayın diye söylüyorum; bu zamanlar öyle eski zamanlarmış ki, herkes birbirinin blogunu heyecanla takip eder, bol bol yorum yazarmış.

İşte zaman böyle iken kasabanın birinde birçok insan ve bazı cüceler yaşarmış. Bunların kasabası öyle bir kasabaymış ki; herkes deli, neredeyse her gün de bayram imiş. Öyle ki, çeşitli normalötesi zamanlar ve muhalif havalar olduğu vakit kasabanın şerifi tarafından resmi iş günü ilan edilir, çocuklar neşe içinde okula ve yetişkinler heyecanla işlerine gidermiş. Bütün gün boş boş oturmaktan yahut ense yapmaktan kendilerine gına gelen kasaba sakinlerinin bu tavırları, yabancılar tarafından hayret ve esef hissiyatı içinde karşılanırmış.

Günlerden bir gün, kasabada 23 insan ve 7 cüce toplanıp futbol maçı etmeye karar vermişler. Hemen el ele tutuşup kasabanın favori halı saha işletmecisi posbıyıklı Jefferson Dayı’ya gitmişler ve kararlarını açıklamışlar. Hemen o akşam için iki saatliğine rezervasyonlarını yaptırmış ve akşama maçta buluşmak üzere kulübelerine dağılmışlar.

...

[Devamı gelebilir]

Perşembe, Nisan 17, 2008

Infinite Looplarda Breaksiz Kaldım


Sevgili okur, bu arabesk yazı çok sevdiğim bir diyot olan arkadaşım CemAk'tan. Kendisi aynı zamanda piyanist şantördür.


sub başlık: bir feysbuk kapatma davası mübaşirinin maceraları, kişisel bir yazı

evet sevgili okurlar, bu öğlen kalktığımda, yaklaşık dün akşamdan beri aklımdan çıkmayan, geceleri beni uykudan mahrum eden feysbuk kapatma hadisesini gerçekleştiriverem dedim. aslında daha 3,5 dakika önce arkadaşa msnden hava atarken "eki eki feysbukumu kapatıcam ben yaaa, ama bir iki gün içinde filaağn" mesajını atmış olmama rağmen "lan nası oluyo ki deactivate bi denesem" dememe kalmadı, kendimi "neden deactivate ediyosun ki la?" sorusuyla başbaşa buldum.

gözlerim şıklar arasında "ay vant tu şov the vörld ay em veri strong villd." şıkkını arar ve tabii ki bulamazken, gözüme takılan diğer şıklardan söz etmeden geçemiyciim. "facebook is resulting in social drama for me." şıkkı örneğin, kendi durumumu dramatize edesim olduğundan gözüme çok şık göründü, ama bu sefer kendime (veya feysbuka) karşı dürüst olayım dedim ve "facebook is taking too much of my time." gibisinden olan şıkkı işaretledim. ben daha fazla sorgu, sual, next diyalog buttonu beklerkene "your feysbuk account has been deactivated" yazısını karşımda bulduğumda siz sevgili okurlar ne kadar şaşırdığımı tahmin edebilersiniz tahmin ederim ki.

şubuo değil de, asıl olarak yazımın düğüm bölümüne gelecek olursam, içimde yaşadığım
paradoksu sizlere açıklamam gerekir. dostlarım, benim feysbukumu kapatmamın nedeni şudur ki; son zamanlarda fark ettim ki: profilimde arkadaş sayıma baktıkça, insanlarla olan fotoğraflarıma bakıp "ehe bakın biz buraya da gittik ne sosyalim dimi" diye düşündükçe, bilimum iq test olsun compare people olsun insanların içinde sıralamamı gördükçe; feysbukumdan büyük ölçüde kendimi tatmin amaçlı ve başkalarına hava yapma amaçlı yararlanmakta imişim, bilmem zaten diğer yararlarını bu amaçtan daha üstün gören feysbuk kullanıcısı var mıdır (kesin vardır da, çaktırmayın şimdi "ben, ben" diye atlayarak). bu hadiseyi fark ettikten sonra bünyemi kaplayan kendimden tiksinme duygusu öyle bir hale geldi ki, sormayın gitsin.

tabii paradoksun bir de diğer tarafı olması lazım değil mi; bu diğer tarafını da kapattıktan sonraki saat içinde keşfettim ve bu yazıyı notepade alasım geldi */burada CemAk'ın her nekadar yarı android, yarı teknolojik bir insan olduğunu bilsem de yazı yazma işleri için notepad kullanması yüreğimi dağladı. tamam "notepad is the best code editor" adlı vecizeyi hayat felsefesi olarak benimsemiş olabilir emme düz yazı da hiç olmassa wordpad falan kullansın değmi. ben de yazıyı alınca direk word e attım, bi rahatladım, bill gates i ikinci defa öpesim geldi. ilki excel i çıkardığındaydı, yoksa microsoft sevmem- edit by Yağız /* . ben aslında feysbukumu kapatırken de amacım insanlara "oo ne karizmayım, feysbukumu kapatıyorum, çekiyorum elimi eteğimi bu yozlaşmış diyarlardan" mesajını vermek değil miydi? bu da feysbuk kapatmamın asıl amacıyla çelişmiyor muydu? peki bu ikilemden bir çıkış yolu yok muydu? ve neden ben bu kadar çok soru işaretli cümle kuruyordum?

bu ikilemden bir çıkış yolu feysbuku kapatmayıp, aynı zamanda ilgilenmemek olabilirdi, ama benim gibi zayıf iradeli bir insan tabii ki elleşmeden duramazdı. böylelikle ben, kapatmanın tatminini açık tutmanın tatminine tercih ettim. artık her firefox açtığımda mouse'um eskinden feysbuk bookmarkı olan yere gidiyor, ama onun yerinde Suugle bookmarkını bulunca gönlüm bir hüzne kapılıyor. ve ben, accountımı iki haftaya kalmaz tekrar açacağımdan adım gibi emin olarak bu yazıyo bitiriyorum.


CemAk, 2008

Sulukule