10 Adımda İhsan Alim İngilizcesi
İnovatif yönüyle tanınan özyağ, bu yoğun sınav döneminde boş durmuyor, ingilizceyi güzel yazıyorum ama konuşamıyorum diyenler için emsali görülmemiş bir amme hizmetinin altına imzayı çakıyor. Bundan böyle İhsan Alim, elinizin altında olmasa bile, blog sayfasının sağ üst kısmında sizlerle. Şu aşamada biraz kıt ve ağzı bozuk da olsa, sizlere eğlenceli ve hoşsohbet dakikalar vaad ediyor. Haydi durma, tıkla.
Pazartesi, Aralık 29, 2008
Teknoloji Devrimi
Pazar, Ekim 12, 2008
Ali Baba'nın Çorap Çiftliği
Ali Baba’nın çiftliğindeki çoraplar, paylaştıkları çiftlikteki bilimum 2 ila 4 ayaklı canlılar kadar geveze olmamalarıyla tanınırlar. Zira, buradan sonra “geveze” olarak adı geçecek olan bu canlılar, kendi türlerine özgü sesler çıkarmakla kalmayıp, etnik kökene dayanan kültürel bir çeşitlilik yaratarak ortamı da renklendirmeye teşebbüs etmişlerdir. Şöyle ki; nispi oryantal kökenli bir *** geveze hayvanının çıkardığı “gıtgıtgıdak” sesi garp ve dahi şimaldeki akrabaları tarafından kesinlikle anlaşılmamakla kalmayıp, kendisine “kikiriki” ve “kokoroko” benzeri tepkiler gösterilmiştir ki oryantal *** gevezeleri böyle bir konuşmanın bulundukları elit konuma hiç yakışmadığını tekrarlasa da bir anlaşma kesinlikle vuku bulmamıştır. Lakin, sessiz ve masum imajlarını yıllar boyu korumuş olan çoraplar, kendi çiftliklerini kaderleri elverdiği ölçüde asla bozmadan bir ömür geçirmeyi hedeflerler.
Çoraplar monogamiktir, ve bu konuda bilhassa muhafazakardırlar. Tek eşlilik kendilerine o derece yakıştırılmaktadır ki, bir çorap eşi olmayan başka bir çorapla beraber yakalandığında kesinlikle ortada “yanlış anlaşılan” bir şey olduğunu belirtme ihtiyacı duymaz. Çünkü, ortada bir yanlışlık olduğu ortadadır ve zaten herkes bunun farkındadır. Böyle bir durumda yapılması beklenen şey tabiidir ki bahsi geçen çorapları eşlerinden ayıran zalim kişi ve kurumları uyarmak, onların kendilerine gelmeleri için şöyle bir sarsmaktır.
Bilindiği üzere çoraplar aynı zamanda iki yüzlüdürler, tıpkı tüm canlılar gibi. Ama çorapları tüm canlılardan ayıran özellikleri, iç ve dış yüzlerinin kolaylıkla ortaya çıkarılabilip görselleştirilerek anında karşılaştırılabilmeleridir. Bu halde, çorapları şu şekilde ikiye ayırmak mümkündir; içi dışı bir olanlar – içi dışı bir olmayanlar. İçi dışı bir olanları hepimiz biliriz. Bunlardan korkmamız için bugüne dek asla bir sebebimiz olamamıştır. Bazıları o denli içi dışı birdir ki, profesyonel bir çorap çiftçisi bile hangi yüzünün dış yüzü olduğunu ayırmakta zorlanabilir. Transparan, saydam yahut şeffaf olarak anılan ve ışık geçirgenlikleriyle ünlü olan çoraplar da rahatlıkla bu gruba dahil edilebilirler. İçi dışı bir olmayan çoraplar ise bizim asıl dikkat etmemiz gereken çorap çeşididir. Bunlar hiç de masum ve temiz yürekli değildirler. Hatta yanlışlıkla dahi olsa bu türden bir çorabın iç yüzü açığa çıksa, bağımsız herhangi bir gözlemci tarafından hemen fark edilmekle kalmayıp fena halde tiksinti ve bulantıya yol açarlar. Toplum içinde dış yüzlerini takınmadıkları takdirde, toplumdan fena halde dışlanırlar.
Umuyorum ki bu yazı, bilim dünyasının bu güne dek önemini vurgulamadığı bir husus olan bu hususta, okuyucuyu aydınlatmakla kalmış, daha öteye gidememiştir. Yazımı sona erdirirken size son bir mesaj:
Çarşamba, Eylül 17, 2008
Onlar
Evet, sonunda büyük gün geldi. Daha saniyeler önce telaffuz ettiğim bu tümce, artık sonunda geçmişi silme içgüdümün kendini ele vermesine bahane oldu. Lakin bununla birlikte yeni birtakım sorgulamalar ve iç hesaplaşmalar da ortaya çıktı. Acaba, ben böyle derken ‘bunlar’ yerine yeni bir ‘şunlar’ önermeli miydim, yoksa ‘bunlar’ın olageldiği zaman dilimini tarihten komple silmeli miydim? Veya belki de henüz akıl erdiremediğim bir başka tamamlayıcı eylemde bulunmalı mıydım?
Daha fazla düşüncemelere kapılmadan, kendime hemen bir çikolatalı ıslak kek söyledim, getirdiler. Siyahi bir kalori yumağının iddialı beyaz mini elbisesini sıyırmam, bu küçük maceramın başlangıç noktası idi. Kendisi bana karşı ne direniyor, ne de başımın etini yiyordu. Ama tüm bu şehevi ve uysal tavırlarına rağmen asla benim ideal dişi figürümü sembolize etme şerefine layık olamayacaktı. Çünkü, benim kafamdaki ideal dişinin mini elbisesi kesinlikle turuncuya kaçık lacivert renkliydi. Tıpkı önceki seferler de olduğu gibi, bu sefer de, ideal olmayan her şeyi yeme hususundaki dayanılmaz arzum bir anlık hedonizmimin şemsiyesi altına gizlenerek gökkuşağından korunmayı başardı.
Sonunda korktuğum başıma geldi ve iç hesaplarımda bir açık yakaladım. Bu açığı örtbas etmeye yahut etmemeye beni teşvik edecek kendimden bağımsız hiçbir denetleme sistemi olmadığından dolayı ‘bunlar’ yerine hayatıma noel baba şeklinde küçük cüceler yerleştirmeye karar verdim.
Şöyle bir yukarıya doğru bakınca da zaten bilincinde olduğum bir farkındalığım beni iyice tiskindirdi ya neyden acaba? ‘Bunlar’, sadece ufak ve masum ilham parçacıkları mıydı yoksa düpedüz bildiğimiz özentilik miydi? Çok sonra...
(izinsiz kullandığım screenshot crop'u için emre'ye tişkürler)
Perşembe, Eylül 11, 2008
Radyoaktif Şarapçı Erdenizin Yürek Burkan, Büzük Daraltan Dramı
Meraba sevgili okurlar ve edebiyat severler, uzun bir aradan sonra tekrar beraberiz. Bu seferki hikayemiz tamamen götten sallama olmasına rağmen gerçek kişi ve kurumlarla acayip alakalıdır, ve hikayenin sallanma sürecinde hayvanlara çok pis zarar verilmiştir, sen de 10 ben diyim 20 süt dana itlaf edilmiş, hepimize yıllarca yetecek kadar işkembe, kelle paça, börkenek, kırkbayır, apandist çorbası yapılmıştır. Bildiğin piskopatız yani. Şimdi gelelim hikayemize.
Küçük erdenaz her sıradan, banel bir çocuk gibi doğdu. bol bol altına sıçış, üstüne kusuş, amuda kalkıp işeyiş gibi bebe olmanın koşullarını yerine getirdi hepimiz gibi. fakat, fakat... Fakat birşeyler ters gitti. gitmiş olmalıydı. yoksa o da bir insan evladıysa biz neydik? bu soruya cevap vermeye çalışan bütün insan aleminin kafayı sıyırmaması için, kişilik bozukluklarıyla deli cevatlara dönüşmemesi için biri bu olaya el atmalıydı. nitekim o el atıldı, bütün insanlığın kurtarıcısı o el atıldı. o el ki, michelangelo'nun çizdiği el yanında nah çekermiş gibi kalan o el, Ufak Yiğite aitti. Evet o mübarek el ufak yiğitindi. ehe mehe diye gülen o eller onundu. bir umut sarıkaya karikatürü karakteri olan ufak yiğit o dolma parmaklarıyla mıncıklamıştı erdenazın o yumru yumru omurilik soğanını. ama ufak yiğit, yaradılışının verdiği mallık ve sapıklıkla parmaklarıyla tasvip edilmeyecek hareketlere girişti. mahallelinin "goşun bebeye tecavüz ediyler" nidalarıyla yiğiti koruya çekmeleri erdenazın hayatını kurtardı fakat olan çoktan olmuştu. erdenazın kalın bağırsağında iki barnak kalınlığında yırtık oluşmuştu. o andan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmadı, olamadı.
erdenazın bağırsağı kaçak yapmaya başlamıştı. erdenazın boşaltım sistemi içbükey bir hal alıp, karın boşluğu kapalı havza klasmanına dahil oldu. yani erdenazın göbee bir nevi foseptik çukuru halini aldı. tuvalet kağıdı masrafı azalan erdenaz buradan arttırdığı parasını şaraba yatırmaya başladı. erdenazın ne kadar sağlam motoru olduğunu bilenler, şaraba ayrılan bütçenin ne kadar muazzam olduğunu tasavvur edebilirler zannımca, hı?
gün gelir, erdeniz saadettin teksoyun ukrayna versiyonu olan patrick swayze tarafından keşfedilir. UTV ana haber bültenine çıkan kapalı devre boşaltım sistemli erdeniz ukrayna halkını televizyona kitler. televizyona kitlenen kitle içinde çernobilde çalışan mühendis kardeşlerimiz de vardır ki bu kitlenme reaktörlerdeki aşırı ısınma, zincirleme reaksiyon, bujilerin meme yapması tarzı ufak sorunları göz ardı etmelerine neden olur. iki dakka sonunda çernobil semalarında mantar bulutumsu patlama efektleri görülür. etrafı bok ve radyasyon götürmektedir. bu bok ve radyasyon bulutu big bang vari patlar ve anadoludaki üzüm bağlarını etkisi altına alır. tabi hikayenin ilerlemesi açısından hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde bu etkilenen üzümler erdenizin pek sevdiği YarraYering şaraplarının üzümleridir. erdenaz kapalı devre sistemine geçtiğinden beri tuvalet kağıdı kullanmadığı için acayip para biriktirmekte, sonra hepsiyle acayip miktarda şarap almaktadır. thats why, everything something happens ve erdenazı radyoaktif bir şarap şişesi ısırır. o zamandan beri erdenaz sunset te florasan olarak görev yapmaktadır.
Perşembe, Haziran 05, 2008
Köpeköldüren Üreticileri Manidar Bildirisi
Kızılın siyaha, lacivertin bok rengine kaçmaya başladığı akşamlarda, yatsı namazının kılınmasını müteakip, her birimiz birer Tyler Durden olurduk, sevişme savaş diye bağırarak, ki farkına varılsın uçkur nahiyelerinin zevk-ü sefa eylemekten başka sadece tüketilen şarapların posalarını klozete ve ya en yakın duvar, çalılık vesaireye ulaştırma çabasını gerçekleştirdiğini, kat'i suretle çarpık sistemin işleyişine kamış sokma gibi bir işlev arz etmediğini.
İşte böyle bir kızılın siyaha, lacivertin bok rengine kaçmaya başladığı bir akşamda, bir önceki bu nitelikleri ihtiva eden akşamdan kalanlarla başladı haklı davamız. Renklerin hızla kirlendiği , birinciliğin beyaza verildiği takdirde ikinciğilin Okan Bayülgen'e verileceği şeklinde espri yapan düşük zekalı prokaryot yaşam formlarına olan nefretin iyicene depreştiği vakitlerdi. Ortalık karışık, demokrasi, nasyonel anarşizmin maskesi olarak entellere kakalanıp özünde totaliter bir rejim oluşturmaktaydı olayın kaymağını yiyen, kaypak para babaları için, ki o kakalaycılar, aslında global anarşizmin kendilerine mutlakiyet olarak kakalandığı kakalaklardan başka bir halt değillerdi. Bu kısır döngüsel kakalamaların farkında olan bizler, aydınlanmış olmanın verdiği hafiflikle bu kirli, karanlık ve yoz düzenin oluşturduğu gaz ve toz bulutunun ikibin mil üstünde kendimizi güvende zannederken farkettik ki babalara gelmişiz, babalara gelişimiz, yalnız ve güzel Türkiye'nin yalnız ve bir o kadar güzel aydınlık gençleri şeklinde paketlenip üstüne "ttnet, hızlı internet" şeklinde afilli fakat bir o kadar da yalan ve sahtekarlık kokan bir etiket yapıştırılıp fitil niyetine kakalanıyormuş, acımadan, acımamasına ihtimam edilmeden.
İşte o gece hepimiz bir Tyler Durden'dık. Kaosun düzen olduğun, düzülenin bizler olduğu bu ve buna benzer gecelerde, düzen yanlısı, okul çantasını akşamdan hazırlayan bizler anarşisttik aslında, ya da anarşizm kavramı düzenin kendisi kadar yozlaşmıştı içten içe. Belki de bu olağanüstü değişim, sadece yozlaşma kavramının içini boşaltmıştı ve bu kelimeyi referans alan 5 milyar eksi biz bir maskeli balodaydı ve kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki maskelerini kendi suratları zannetmekteydi. Onların gözlerinden, maskelerinin göz nahiyesindeki mavi-kırmızı, üç boyut etkisi yaratan filmlerin ardından kendi dünyalarına ait hiperaktif, anarşizm eğilimli kedi yavruları kıvamındayken, aslında şizofrenik ve düzen yanlısı yanılsamalar mıydık, yoksa yanılsama olan bu şizofreninin kendisi miydi? Nihilizmin kutsal kase arayışımıza çomak soktuğu bu gecelerde kendimizi bulmaya çalışırken kaybolduk, ya da kayıp olan benliğimizi şans eseri bulduk. Fakat gerçekliğinden tek emin olduğumuz gerçeklik, soğuk sulardan gelen bir nesnenin bizi beklediğidir. Sorun ise gerçekliğin ne olduğunun bilinmemesinden doğan gerçeküstü yanılsamalardır. Silkinip kendimize gelmessek hepimiz yarra yering bence.
Cuma, Mayıs 23, 2008
Anglosaksoculuğun yarattığı dayanılmaz piskopatlık
Perşembe, Mayıs 01, 2008
Yarı-açık Mektup
Bu satırları sana yazmadan önce şunu belirtmek isterim ki, bu satırları sana yazma sebebim seni kendime pek yakın hissetmemdir demeye kalmadı sana birkaç satır yazdım bile. Seni kendime yakın hissetmeme gelince, beni sakın yanlış anlama; zira benim sana karşı olan hislerim, her ne kadar sen aksini iddia edebilecek ve hatta kendince kanıtlayabilecek olsan dahi, cinsel içerikli değil, valla. Seninle ilk tanışışım nerede oldu hatırlayamıyorum ama şu kesin ki tarihin başlangıcından (İ.S. 1988) bu güne (Ö.S. 20) [yuh lan 20 sene olmuş beaa] ne zaman bir yerde sana ait bir ifadeye rastlasam, “şerrefsizim bu benim aklıma gelmişti... de tabi ben başka şekilde ifade ederdim herhalde... yok lan içime atardım, söylenir mi yav böyle şeyler alenen” benzeri içsel tartışımlarla boğuşuyorum. Ancak, tee ne zamandan bu güne değin bu içten tersinir boğuşumlarımı açık etmemeye özen göstermişimdir. Yazarayak tekrar düşündüm de; iyi etmişim aslında. İnsanın içinde her daim sadecene kendine sakladığı bir takım gizli ve saklı olgular olmalı, hatta bu olgular insanın içini duldurmalıdır. Evet Sigmund doğru okudun, seni kendime sakladım. Lakin şu da benim için acı bir gerçektir ki, insanın kafasının içinde başka bir insan saklaması, o insana (saklayan dallama) ne denli mahremiyet hissi sağlıyorsa, benim hissiyatım da o kadardan aşağı kalmadı. Zaman zaman iç seslerimden şüphelenir oldum. Ne vakit bir iç ses bana bir şeyler gevelese, bu sesin kime ait olduğunu sorgular hale geldim zamanla. Söyle bana Sig, var mıdır bu aksiyonun başka yerde timsali? İç kulağımda birtakım problemler mi vardır yoksa? Bu arada, oradan “olur mu hiç iç kulak, dön de arkana bak!” deyen bağnaz rasyonalist sesler duyar gibi oldum. Buradan o kancıklara sesleniyorum: sizi şimdi neremle duydum lan güdükler! Her neyse, fazla seslendim galiba ki sevgili çevre civar halkı beni hunharca süzmekte. Çevrecivarda hiç yabancı yok. Bildiğin üçlü tayfa. Her zamanki gibi süperben de bizimle beraber, diğer ikisinin arkasını toplayıp duruyor yine. Arkasını toplarken de sövüp durmakta yoldaşlarına. Bizim ikilinin ise boyunları bükük, sanki özgürlükleri ellerinden alınmışmış da üstüne bir de azar işitiyorlarmış gibiler. Yalnız var ya, o kadar ilerledim ama yine iletim yarım ka
Perşembe, Nisan 24, 2008
23 İnsan ve 7 Cüceler - Kısım 1
Toplamda 30 kişilerdi, bir eksik bir fazla fark etmezdi. Tarihin en eski çağlarından günümüze dek dillerden dillere, ağızlardan kulaklara dolaşan bir efsaneydi. Büyüdü, yozlaştı, mit oldu ama henüz yok olmadı. Bilen bilir, günümüzde taşrada ve türlü ormanlarda anlatılmaya devam etmektedir kendileri. Tabii ki orijinal eserdeki yeni nesillerin anlayamayacağı noktalar günümüz dünyasına göre adapte edilmiş, “beygirini takas eden şövalye” yerine “ferrarisini satan bilge” denmiştir. Bu ufak modifikasyonlar dahi, bu “anlatı”nın ambiansını bloke edememiş, aksine onu daha da güçlü kılmıştır. Ne acıdır ki, size bu platformda tamamını sunamayacağım bu kutsal şeyi kısmen özetleyerek geçiştirmeye çaba göstereceğim.
“Her ne kadar artık klişeleşmiş olsa da, o vakitte daha ilk olarak bir varmış bir yokmuş ki zamane insanlarına göre bu bir çılgınlık, bir marjinalite imiş. Sevgili okurlar, fazla meraklanmayın diye söylüyorum; bu zamanlar öyle eski zamanlarmış ki, herkes birbirinin blogunu heyecanla takip eder, bol bol yorum yazarmış.
İşte zaman böyle iken kasabanın birinde birçok insan ve bazı cüceler yaşarmış. Bunların kasabası öyle bir kasabaymış ki; herkes deli, neredeyse her gün de bayram imiş. Öyle ki, çeşitli normalötesi zamanlar ve muhalif havalar olduğu vakit kasabanın şerifi tarafından resmi iş günü ilan edilir, çocuklar neşe içinde okula ve yetişkinler heyecanla işlerine gidermiş. Bütün gün boş boş oturmaktan yahut ense yapmaktan kendilerine gına gelen kasaba sakinlerinin bu tavırları, yabancılar tarafından hayret ve esef hissiyatı içinde karşılanırmış.
Günlerden bir gün, kasabada 23 insan ve 7 cüce toplanıp futbol maçı etmeye karar vermişler. Hemen el ele tutuşup kasabanın favori halı saha işletmecisi posbıyıklı Jefferson Dayı’ya gitmişler ve kararlarını açıklamışlar. Hemen o akşam için iki saatliğine rezervasyonlarını yaptırmış ve akşama maçta buluşmak üzere kulübelerine dağılmışlar.
...
[Devamı gelebilir]
Perşembe, Nisan 17, 2008
Infinite Looplarda Breaksiz Kaldım
Sevgili okur, bu arabesk yazı çok sevdiğim bir diyot olan arkadaşım CemAk'tan. Kendisi aynı zamanda piyanist şantördür.
sub başlık: bir feysbuk kapatma davası mübaşirinin maceraları, kişisel bir yazı
evet sevgili okurlar, bu öğlen kalktığımda, yaklaşık dün akşamdan beri aklımdan çıkmayan, geceleri beni uykudan mahrum
gözlerim şıklar arasında "ay vant tu şov the vörld ay em veri strong villd." şıkkını arar ve tabii ki bulamazken, gözüme takılan diğer şıklardan söz etmeden geçemiyciim. "facebook is resulting in social drama for
şubuo değil de, asıl olarak yazımın düğüm bölümüne gelecek olursam, içimde yaşadığım
paradoksu sizlere açıklamam gerekir. dostlarım, benim feysbukumu kapatmamın nedeni şudur ki; son zamanlarda fark ettim ki: profilimde arkadaş sayıma baktıkça, insanlarla olan fotoğraflarıma bakıp "ehe bakın biz buraya da gittik ne sosyalim dimi" diye düşündükçe, bilimum iq test olsun compare people olsun insanların içinde sıralamamı gördükçe; feysbukumdan büyük ölçüde kendimi tatmin amaçlı ve başkalarına hava yapma amaçlı yararlanmakta imişim, bilmem zaten diğer yararlarını bu amaçtan daha üstün gören feysbuk kullanıcısı var mıdır (kesin vardır da, çaktırmayın şimdi "ben, ben" diye atlayarak). bu hadiseyi fark ettikten sonra bünyemi kaplayan kendimden tiksinme duygusu öyle bir hale geldi ki, sormayın gitsin.
tabii paradoksun bir de diğer tarafı olması lazım değil mi; bu diğer tarafını da kapattıktan sonraki saat içinde keşfettim ve bu yazıyı notepade alasım geldi */burada CemAk'ın her nekadar yarı android, yarı teknolojik bir insan olduğunu bilsem de yazı yazma işleri için notepad kullanması yüreğimi dağladı. tamam "notepad is the best code editor" adlı vecizeyi hayat felsefesi olarak benimsemiş olabilir emme düz yazı da hiç olmassa wordpad falan kullansın değmi. ben de yazıyı alınca direk word e attım, bi rahatladım, bill gates i ikinci defa öpesim geldi. ilki excel i çıkardığındaydı, yoksa microsoft sevmem- edit by Yağız /* . ben aslında feysbukumu kapatırken de amacım insanlara "oo ne karizmayım, feysbukumu kapatıyorum, çekiyorum elimi eteğimi bu yozlaşmış diyarlardan" mesajını vermek değil miydi? bu da feysbuk kapatmamın asıl amacıyla çelişmiyor muydu? peki bu ikilemden bir çıkış yolu yok muydu? ve neden ben bu kadar çok soru işaretli cümle kuruyordum?
bu ikilemden bir çıkış yolu feysbuku kapatmayıp, aynı zamanda ilgilenmemek olabilirdi, ama benim gibi zayıf iradeli bir insan tabii ki elleşmeden duramazdı. böylelikle ben, kapatmanın tatminini açık tutmanın tatminine tercih ettim. artık her firefox açtığımda mouse'um eskinden feysbuk bookmarkı olan yere gidiyor, ama onun yerinde Suugle bookmarkını bulunca gönlüm bir hüzne kapılıyor. ve ben, accountımı iki haftaya kalmaz tekrar açacağımdan adım gibi emin olarak bu yazıyo bitiriyorum.
CemAk, 2008
Sulukule
Cumartesi, Nisan 05, 2008
Musiki Vakti - Plug in Baby's Damnation
Musiki vaktinin bu bölümdeki incelememizi yapmak için belki de çok geç kalındı. tıpkı otobüs durağına geç kalıp otobüsü kaçırmak gibi. Peki kim bunlar? bu kadar ehemmiyet ihtiva eden sanat şövalyeleri, musiki aşıkları, alkolik hayvanlar. Şöyle söyliyim, biziz, Limbik Sistemimiz, hepimiziz. Hepimiz Limbik Sistemiz. Gitar özürlü egeden tut da, grubun çalabildiği tek şarkı olan plug in baby 'i söyleyemeyen solist ece'ye, süper brutal yaptığı halde, grubun "etiyopya halk ezgileriyle bezeli çingen metal" yapmasından dolayı brutal yeteneğini ortaya koyamayan yağız'dan, baget yerine sümüklü peçete ve balık yemi kullananan CemAl'a, grubun eli tek pena tutan fakat bas çaldığı için pena kullanmayan basist özgün'den
piyanist şantör CemAk'a kadar hangimiz Limbik Sistem değiliz ki? sanırım burada adı geçmeyenler değil. peki nasıl oldu? aniden oldu. bir sabah uyandığımızda üstümüzde limbik sistem tişörtleri, etrafa saçılmış banknotlar, saçlarımızın arasına kaçmış gitar penaları, egenin kıçından çıkardığı iki adet baget, ki CemAl bu bagetleri hala kullanmaktadır, yatak kenarından sarkan dantelli tangalar falan. aslında böyle olsa fena olmazdı. fena oldu çünkü böyle olmadı. mesela şu an Metallica dan Turn the Page adlı şaheseri dinliyorum fakat bu şarkının konuyla bir alakası yok, olsaydı zaten kendimizden şüphelenmemiz gerekirdi. işte bu yüzden "abi grup kuralım" formatlı muhabbeti çevirme şartını sağladığımız gün kurduk grubu. tabi grup kurmakla bitmez, isim bulmak gerekir haliyle. İlk ismimiz, benim önerim olan, Mesane. çok iddialı bir isimdi bizim için. ortamın eline vermemizi gerektirecek kadar iddialı. ilk başta tuttuk ismi, sadece ismi mi tuttuk? hayır? o yüzden ismi değiştirmeye karar verdik haliyle, çünkü isim insanlar üstünde marjinal etkiler yaratmaya başladı, histeri krizi geçirenler olsun, panik atak geçirenler olsun, hatta prematüre doğum yapan bakire kızlar bile vardı. feci. yardımımıza biyoloji kitabı yetişti, arkasında ne kadar gudik isim var diye ararken birden o ismi gördüm. limbik sistem. birden etrafındaki bütün yazılar fluğlaştı, kamera o iki kelimeye zum yaptı. dedim işte isim budur. ismimiz bu olmalı. hemen egenin enseye bir tokat attım, "lan bak bundan süper isim olur" dedim. o da beğendi, diğer grup üyelerine açtık konuyu, oy birliğiyle kabul gördü. fekat CemAl uzun süre grubun isminin mesane olduğunu zannetmeye devam etti.
o sıralar ece yoktu etrafta, gayet heyvan takılıyorduk. müzik icraatı sıfıra yakınsamakta, yer yer negatif değerler almaktaydı. egenin bet sesiyle müzik yapılamayacağını farkedip vokal arandı. süper bir aday bulmuştuk, Çalık. opera ilahı olan bu bağyanla yollarımızı birleştirmeye çalıştık fekat nafile, opera ile "etiyopya halk ezgileriyle bezeli çingen metal" tarzları uyuşmadığından bu hayalden vazgeçtik ve Çalık'ı Yasin in şefkatli kollarına teslim ettik. bu sıralar uzun siyah saçları ince sesiyle ece beliriverdi, tam gotik metallik ses vardı. gotik metal yapmadık. yapsaydık fena olmazdı. ama onun yerine kimsenin çalamadığı, ecenin söyleyemediği plug in baby adlı şarkıyı yapmaya inat ettiler, ben etmedim. zaten çalabildiğim tek enstrüman helvacıoğlu blok flüttü. ben de o yüzden opeth dinlemeye başladım, bıraktım bunları. geri döndüğümde hala plug in baby çalmaya çalışıyorlardı. yine bıraktım, aradan bir sene geçti, hala plug in baby, hala hüsran. hezeyanlarda olan grubu tokatlayıp kendine getirmek gerekmekteydi, gelmedi. daha fazla tokatladım, yine hüsran. bu başarısız denemelerin üzerine yılmadan başarısız şekilde edilen denemelerle bir sene geçti gibi oldu. ayran günü geldi. tabi seçmelere girilmezse otoparkta dayak yenebilirdi bornova-alpaslan dolmuşları şöförlerinden ve deli murattan. seçmelere girildi haliyle. ve körvün 99 çıktığı bir tahmin sınavının üzerine seçmelerde plug in baby çalınması kimseyi şaşırtmadı, sonucun da kimseyi şaşırtmadığı gibi. kimilerine göre abesle iştigal olan bu olay, kimilerine göre ses sisteminin dandikliği ya da seçen heriflerin hımbıllığından kaynaklanan bir talihsizlikler silsilesi olarak yorumlandı. ikinci yoruma gülünüp geçildi. grup olgunlaşıp, ağaçtan düşen armut edasıyla kendine gelince bir atılım gerçekleşti. sıfır sermayeyle kurulan home studiolarda ilk albüm çıktı, kimilerine göre "high octane", kimilerine göre "high octave" dı adı. olsundu, bizim albümümüzdü o. insanlar dinlettimdi, beğenmedilerdi. olsundu. ben de çok beğenmedim di zaten. o yüzden burada tanıtımını yapmaycem. ama buradan Sony Acid ve Soundforge programlarına ve Sony de çalışan japon amcalara selam yolluyorum. iyiki varsınız.
Pazar, Mart 30, 2008
Bir yaz sabahı rüyası
Sabah erken kalktım, sıçmaya gittim. kabızmışın, halbusi daha dün şırıl şırıl ishaldim, paçalarım kanalizasyon. ilginç... gazete almaya gidiyim, açılırım dedim, her bağlamda. çorap üstü parmak arası terliklerimi giydim, çizgili pijama üstüne bir yelek aldım, geyik desenli. çıpıdı çıpıdı inerken merdivenlerden alt komşunun oğlunu gördüm, okula gidiyordu. mavi önlüklü, beyaz yakalı, üstünde miki maus var. gavat. adı muhsin, denyo muhsin derler, en azından ben derim, başka diyeni pek duymadım etrafta. ama insanlar tanısa derdi, pek popüler değil buralarda. suratın bakarak esnedim, o da suratıma lakabına yakışır biçimde baktı, eğildi, bağcıklarını bağlamaya devam etti. kıçımı kaşıya kaşıya inmeye devam ettim, indim, indim, inecek kat kalmayana kadar. çok şükür bodrum katımız yok. apartmanın kapısı açtım, dışarı çıktım, bol egzoz dumanı esanslı havayı ciğerlerime çektim. lpg kullanımı artmış bu ara, malum benzin pahalı. apartmandaki sapık teyzenin beslediği kediler kapının önüne yatmış uyuyorlardı, biri hariç. Matkap. adının niye matkap olduğunu anlatarak vakit kaybetmek istemiyorum, ama sapık teyzenin daha da sapık torunu tarafından konulduğunu biliyorum, siz bilmiyorsunuz. ayağımı matkabın ayaklarının arasına soktum, david cooperfieldın uçması gibin havaya kaldırdım, yarım voleyle çöp kutusuna doğru fırlattım, duvardan sekip kutuya girdi. abuk sesler çıkarıp kutudan dışarı fırladı, aşağı sokaktaki parka doğru yardırdı. baktım terliğim ayağımdan çıkmış, gittim aldım terliği giydim. diğer kedilere döndüm, hepsi fütursuzca uyumaktaydılar, etraftaki piskopatlardan habersiz. hoş, gerçi karınlarını doyuran teyze hepimizden daha piskopattı. bakkala doğru yürümeye başladım, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... bakkala gelince durdum, durmassam kabahat zaten. içeri girdim. bakkal " oo toprağam, hoşgeldin" dedi. iyiki doğum yerimiz aynı adamla, her sabah aynı hitap şekli, toprağam. bana hep "iyidir tarrağam" cevabını verme hissi uyandıran bir hitap, toprağam. "günaydın hacı amca" diyip yöneldim ekmeklerin olduğu dolaba, tazesinden aldım bir kara fırın, gazetelikten de bir fotomaç, bir de hürriyet aldım, arka sayfa güzeline bakarım diye. iç sayfalarını da cam silerken kullanıyorum, iyi oluyor. iddia tahminleri de tutsa tadından yenmeyecek. ama yanında yatmayı düşünmüyorum, kara kara oluyor örtüler. parayı verdim, ekmeği gazetelerin arasına sıkıştırdım, çıktım dükkandan. arkamdan seslendi hacı amca, "selametle git toprağam". "saolsın dayı" dedim, duydumu bilmiyorum, ben duydum ama, sanırım o da duymuştur. eve doğru yollandım. kıçımda bir hareketlenme, dedim aha açıldım. adımlarımı hızlandırdım, terliklerim şıpıdı şıpıdı etmeye başladı vahşice. sapık teyzenin koynunda besleyip büyüttüğü kediler geldiğimi görünce, daha doğrusu ekmeğin benim kolumun altına girip onlara doğru geldiğini görünce hareketlendiler. ilk hamle edene deminki yarım voleden çaktım anında, bu sefer tutturamadım çöp kutusunu, boşa düştü, diğerleri bu başarısız ama bir o kadar da hayat dolu volemi görünce ani bir fren, üstüne de bir u dönüşü yapıp bilinmeze doğru yol aldılar. bu sefer terliğim ayağımdan çıkmamıştı, sevindim.
Çarşamba, Mart 26, 2008
ekspresyonist takılcam tutmayın beni
başlıktanda anlaşılacağı gibi noktalama, imla ve trafik kuralları umurumda değil ama virgül kullandım ironi yaptım. gel de takılma bu "de" yi ayrı yazmama. ekşiden baktım anlamına dışa vurumculukmuş, dışa vurumculuk deyince çok anladım zaten, biraz daha derine inip baktım yorumlara falan, bir nevi edebi ishalmiş. dış görünüme aldırmadan içinde ne varsa dökme fantazisi. hani abuk resimler olur ya, sanki ressam boyaları yanlışlıkla dökmüş tuvalin üstüne izlenimini yaratan, onlardanmış. vay anasını, ben yapsam kızarlar boyayı ziyan ettin diye. unutmadan söyliyim bu ara pizzahut a kızgınım, çok geç geldi pizam, heyvenler. zaten gavur amerikan malı, yemeyin, gidin pizza pizza yiyin, proudly turk gibi bi yazıyı gavurca yazan kendinden çelişkili marka. bütün dünya ironik olmuş biz hala uğraşıyoruz götümüze ne bağlıycaz diye, adamın biri türbanla donu aynı kefeye koydu ya, ondan göt dedim, nası olsa onlarınki eşdeğer yoksa gayet terbiyeliyim ben. o yüzden pizzahuttan bi süre uzak durucam, turkish pizza olan lahmaç falan yemeyi düşünüyorum, mis gibi. tek derdim yerli sermaye kazansın. zaten hiç sevmezdim çarşı pazar gezmeyi, ondan olacak bu güneşli havaları sevmeyişim. sıcak güneşin altında vitrinlerin önünde deli dana gibi dolanmak, serseri mayın gibi patlamaya hazır ve kardeşçesine. o değil de bizim bi erdeniz vardı ona noldu acaba, bi ara hacker olmuştu, sonra kafayı buldu falan, hala aynı bulunmuş kafayla devam etmekte sanırsam. tutumlu çocuk. o da aslında bir nevi ekspresyonist, yalnız çok belli etmiyor, dışa fazla vuramamasına bağlıyorum. o zaman ekspresyonist olmaktan çıkar falan diyecek aranızdan bazı sivri zekalar, ama onun ekspresyonistliği dışa vuracak şeyi olmamasını dışa çok güzel vurması. şimdi kendinizi kandırmayın, sözüm yazıyı belki bu herif satıraralarına bişey gizlemiştir diye okuyup aynı zamanda sazan olanlara, diğerleri devam etsin, boş boş okuyanlar zaten burada hitap edileni anlamayacaklardı aslında ama böyle yazınca kör sultan bile okudu bunu, neyse sözüm o kendini bilmezlere, önce bi kendinizi bilin, sonra bu iğrenç espriyi görmezden gelin. neyse salla şimdi sinirlendircem kendi kendimi, zaten pizzahuta kızgınım. neyse erdeniz de iyi çocuk, bir ara öldü zannettik, haber alamamıştık elemandan, meğersem herkes wireless a şifre koymuş, çük gibi kalmış ortada. altın vuruş mu yaptı naptı acaba falan diyoduk bizde.
neyse, o değil de zekeriya beyaz gelecek sezon lost dizisinde oynayacakmış, hatta fragmanları bilem düştü yutupa ama izleyebilen pek yok tabi. bence çok hayırlı olur beyazın bu faaliyeti. ada sırf gavur, her türlü ahlaksızlık kol geziyor, araya bir türkün gitmesi bütün dengeleri altüst edecektir ama bir nizam getirmesi de kaçınılmaz olacaktır. neyse demek istediğim zekeriya beyaz zaten kendini aştı, sabah programları, öğlen programları, akşam programları derken dizi, sinema, klip olayına girdi, iyi oldu kanımca. zekeriya hocamdan bir tek dileğim var mutlu olsun yeter.
Pazar, Mart 23, 2008
Asparagas Kuşları: Bir Magazin Klasiği
Sevgili okurlar, bu yazıda karşımızda freelance yazarlarımızdan Şenoğlan'ın derlediği haber turu var, ilgiynen okuyalım, arkadaşıyla konuşanın ağzını yamulturum.
Başbakan Tayyip Erdoğan 2008 Yılında Ampül Fiyatlarında Düşüşe Gidileceğini Açıkladı
Erdoğan dün yapıtğı basın konferansında ampül sektörünün Türk ekonomisindeki yerinin önemi belirtti ve 2008 yılında ampül fiyatlarının düşmesi ile halkın refaha, esnafın ise gelire kavuşacağını söyledi.
Özellikle çeşitli kafelerde ve sosyal mekanlarda florasan lamba kullanımının müşteriyi olumsuz etkilediğini söyleyen Erdoğan, “Böyle durumlar Türk halkını yıldırmamalıdır, eğer normal ampüller pahalı olmazsa halk gidip florasan almaz. Hükümet olarak bu konuyu nasıl görmezden gelebilirdik. Artık Türk halkı layık olduğu ampüllere kavuşacaktır” dedi. Başbakan ampülün bir insanın hayatındaki önemine de değindi, “Nasıl Türkiye Devleti Ak Parti olmadan karanlıkta kalmış bir insan gibi olursa, ampülsüz bir insan da karanlıkta kalmış gibi olur heralde diye tahmin ediyorum sanırım.”
Zekeriya Hoca Necromancer'lara Tepkili
Zekeriya Hoca'nın sunduğu "İftar'da Coşalım" isimli ramazan şenliği programına telefon bağlantısıyla katılan ismini vermek istemeyen ünlü necromancer Zekeriya Hoca'yı sinirlendirdi. "Create food büyüsüyle yaratılan yemekle oruç açılır mı hocam?" sorusunu Beyaz'a soran necromancer Zekeriya Hoca'nın sinirlenip "Len, gidin pis kafirler" diye çıkışmasına yol açtı. Kazada yaralanan veya ölen olmadı.
Alper: Beni Pehlivan Keşfetti
Arsenal ve Fransa Milli Takımı'nın yıldızı Cem Alper, başarısını, Monaco'da oynadığı yıllarda teknik direktörü olan Ali Pehlivan'na borçlu olduğunu söyledi. Golcü oyuncu: Pehlivan, bütün ayak işlerini bana yaptırıyordu.
Alper, şimdiden Arsenal'in efsane isimlerinden biri oldu ve Londra'nın yarısı onu futbol tanrısı olarak görüyor. Ancak Türk yıldız tüm futbol kariyeri boyunca bu şekilde el üstünde tutulmadı. Alper'e en büyük zorluğu yaşatan isim ise hepimizin yakından tanıdığı bir sima: Ali Pehlivan.
Mudanya Müftüsü: Eş, Anne ve Kızınızdan Başka Kadınla Tokalaşmayın
Bursa'nın Mudanya İlçe Müftüsü Cem Alper, bayram hutbesinden önce verdiği vaazda cemaate, “Anne, eş ve çocuğunuzdan başka kadınlarla tokalaşıp, öpüşmeyin. Caiz değildir. Bunu yaparsanız kulaklarınız düşer” dedi.
Mudanya'da 4 yıldan bu yana müftü olarak görev yapan Cem Alper, dün sabah Hal Camii'nde bayram namazından önce verdiği ve ilçedeki 10 camiide merkezi sistemle yayınlanan hutbesinde, cemaate seslenirken, “Anne, eş ve kız çocuğunuzdan başka bayanlarla tokalayıp, öpüşmeniz caiz değildir. Bunu yaparsanız kulaklarınız düşer” dedi. İlçe müftüsü hutbe sonrasında başta Atatürk olmak üzere, Türk büyükleri ve şehitlere dua etmemesi de cemaatin eleştirisine neden oldu.
Müftü Cem Alper, vaazında anne, eş ve kız çocuklarından başka kadınlarla tokalaşıp, öpüşmelerinin caiz olmadığını söylerken dinin emirlerini hatırlattığını söyledi. ‘Mahrem bayanlar' olarak tanımladığı anne, eş ve kız çocuklarının herhangi bir organına temasın caiz olduğunu belirten Alper, ‘namahrem' olarak nitelendirdiği kadınlarla temasın ancak zaruriyet halinde olabileceğini söyledi. Bu nedenle vaazında yabancı kadınlarla tokalaşırken biraz daha hassas davranılması gerektiğini vurgulayan Alper, “Bu bir dini emir olduğu için dini bayramlarda buna biraz daha hassasiyet gösterilmesini istedim. Kaldı ki bunu ben bir ek bilgi gibi sundum. Bu konuşma öyle cemaati ayaklandıracak bir söz değildir“ diye konuştu.
Seri Katiller Yakalandı
Sakarya’dan Ankara’ya kadar 53 saatte yedi can alıp iki kisiyi yaraladıktan sonra yakalanan C.A.(17), savcıya verdigi ifadede kendini suçladı. Sanık, savcıya olan acıklamasında aslında suç ortagının da kendisi oldugunu, aslında bütün cinayetleri kendisiyle beraber isledigini söyledi. Sizofren oldugu düsünülen sanık jandarmaya, "Mendil verin, her seyi anlatayım" seklinde beyanda bulundu. C.A. cinayetlere eglenmek için basladıgın da itiraf etti.
"Mendil verin, burnum akıyor"
Jandarmada gözaltında tutulan sanık ilacın ve kolonyanın etkisinden kurtulup kendine geldiginde kafalasını duvarlara vurmaya basladı. Kendine gelen sanık, avukatları Ufuk Ufak’ın boynuna sarılıp agladı. Iki gündür sorgulaması süren zanlı, kendisini sorgulayan askerlere, "Mendil verin, burnum akıyor" diyerek yardım istedi. Bes gündür burnunu silmedigi gerekçesiyle saat bası mendil isteyen zanlı, banyo talebinde bulunmayı da ihmal etmedi. Zanlı C.A., ifadesi alınırken air drum set'iyle solo atmaya başlayıp ağzıyla da zil sesi yapınca, şarkısını sorguçulara dinleterek, "Nası çalıyorum moruk?" dedi.
Araç Kiraladım
Yalova’daki bir bankadan 3 bin YTL çektim. Buradan Bursa’ya geçtim. Kamber Mahallesi’ndeki bir kisiden mendil aldım, araç kiraladım. Baba yadigarı uzun dipçikli av tüfegimi de alarak Istanbul’a gittim. Burada yedi-sekiz gün gezdikten sonra Adapazarı’nda yasayan tanıdıgım Aykut Okumus’un yanına gittik. Okumus’a av tüfegini vererek tüfegi aldık.
Silah Sesleri
20 Ekim’de Bursa’ya dogru yola çıktım. Yolda tost yemek için akrabalarımla anlaştım. Giderken devamlı telefon görüşmeleri yaptım. Balıkpazarı mevkiine geldim. Beni yakınlarım karşıladı. Arabadan tüfeği de alarak çıktım. Arabadan uzaklastıktan sonra silah sesleri duydum. Kosarak arabaya kaçtım ve oradan uzaklaştım.
Cumartesi, Mart 22, 2008
Musiki Vakti
Bu hafta Musiki Vakti'nde yazın müzik piyasasını sallayıp folloş edecek bir albümü inceleyeceğiz. Evet, o içimizden biri, halkın bağrına bastığı bir evladı, canımız, ciğerimiz, Yiğit Akyurt.
Biz onu hep Ufak Yiğit diye tanıdık, fakat o uzuvları kısa, yüreği büyük bir insandı. Yıllar süren çalışmalar sonucu bu muhteşem albümü bize armağan etti. Lafı çok uzatmadan albümde yer alan şarkılara geçelim, akabinde tartışırız anam.
CD
2- Çıkarmadan 5 (3:59)
3- Dijital Aşklarda Buldum Randımanı (5:12)
4- Çaldır beni, kontörüm varsa ararım (7:38)
5- Tutanamadım AQ (13:45)
6- Donumda sallarım (2:02)
7- Otobüsteydim, açamadım (4:35)
8- Nolcak bu fenerin hali (3:33)
9- Posta hesabı yaparım (1:36)
10- Ağaç oldum Sevinç'in önünde (16:39)
11- İsviçre'li bilim adamları (4:50)
12- www.google.com (6:30)
Bonus DVD
1- Ağaç oldum Sevinç'in önünde kamera arkası
2- Yiğit'in bebeklik fotoğrafları
3- Belgesel: Nasıl medyatik oldum?
Albümün açılış parçası İnternet cafede unuttum telefonunu gayet hareketli, kulağa hitap eden bir şarkı, soundu insanı gaza getiriyor, sözleri insanın başını döndürüyor. Şehrin en işlek caddelerinde arabayla kız keserken sesi sonuna kadar açarsanız başarı şansınızı katlamaması için hiçbir neden yok. Aynı zamanda günümüz gençliğinin sorunlarına duyarlı bir şarkı, yozlaşmış gençleri doğru yola çekmeye çalıştığı için velilerden de büyük bir alkış alacağa benziyor.
Ardından gelen Çıkarmadan 5, yazın clublarda bol miktarda çalınacağa benziyor, insanı dirty dance e davet eden sözleri, aksiyonlu müziği ile gençlere ve kendini genç hissedenlere hitap eden bir şarkı.
Albüme adını veren Dijital Aşklarda Buldum Randımanı ise gayet duygusal, acıklı, bir parça, böyle hızlı başlayan bir albümde bu sıraya konulması gayet saçma olmuş. Ama şarkı dehşet ya. Postmodern bir abazanın yakarışını böyle ifade edecek bir şahsiyet dünyaya gelmiş mi acep? Fantezi arabesk ile tekno müziği harmanlayan bir soundu var, sözleri ise tartışılmaz güzellikte.
Akabinde Çaldır beni, kontörüm varsa ararım, adlı parçayı görüyoruz listede, bu da aynı halt işte, gençliğin sorunlarına değinen, kontör pahalılığından yakınan yakınan bir gencin dramı. Öğretmen hattı için yalvarılan bölümler yürek burkuyor.
Tutanamadım AQ ise Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar kitabından esinlenilmiş bir parça. Yazara göndermelerle dolu, gayet uzun bir tutunamama ve isyan temalı bir parça. 100 temel eser ve 100 temel fıkrası kategorisine alınması lazım.
Donumda sallarım adlı parça ise bir meydan okuma şarkısı bu vahşi kapitalizme ve korsan sektörüne. Albüm bu noktada hafiften caz ile klasik eskimo müziğine kayıyor.
Otobüsteydim, açamadım adlı parçamız ise toplu taşımayı eleştiriyor gibi görünse de aslında dünya düzenine gizliden dokunduruyor, felsefi düşünmeyi sevenler dinlemeli.
Nolcak bu fenerin hali ise bu albümün en damar şarkısı, bir gencin hayata, insanlara isyanı, elindeki cep telefonundan müzik yayını yapıp artiz artiz gezen kro tiplerden duymanız kuvvetle muhtemel bu aralar.
Posta hesabı yaparım adlı parça ise erken boşalma sorunu olan bir gencin dramını anlatıyor, şarkının süresinden de anlayabileceğiniz gibi. Parçada Viagra adlı ilacın güzelliklerine değiniliyor. Albümün tek klasik batı müziği tarzına sahip olan şarkısı.
Akabinde gelen Ağaç oldum Sevinç'in önünde adlı parça ise hepimizden bir kare taşıyor içinde, hangimiz Seviç'in önünde ağaç olmadık ki dedirten, gözlerimizden birkaç damla göz yaşı damlattıran bir parça. Ah nerde o eski günler dedirtiyor.
İsviçre'li bilim adamları ise albümün en gereksiz, ne işe yaradığı anlaşılmayan parçası, hergün abuk subuk analizler yapan İsviçreli bilim adamlarını konu alıyor.
www.google.com ise İsmail YK nın www. bombabomba.com adlı parçasına gönderme yapıyor. Sen orda takıl ben gugıldan her bir haltı buluyorum, naaber dürrük gibi bir mesaj içeriyor. Ayrıca albümün tek death metal soundu içeren şarkısı.
Evet, bir albüm incelemesinin daha sonuna geldik. Sizlere veda etmeden önce hepinizi öpüyorum, korsan cd,vcd, dvd, kaset, plak, flashbellek, SecureDisk, Memory Stick gibi dijital ve ya analog veri taşıyıcıları almamanızı istiyorum, ama dinleyen kim. Ben bile DC den indiriyorum herşeyi.
Cuma, Mart 21, 2008
Profiterol Adaları: Bir Gezi Yazısı...
Gezi yazısı yazmak için temelde bir insanın iki şeye ihtiyacı vardır: yazabilme yeteneği ve gezi. Edebi yeteneğimin ebediyetinden şüphe duymaksızın, yapmış olduğum gezileri düşününce, bugüne dek ne denli az ve öz gezdiğimin farkına vardım. Sakın heyecanlanmayın, sınırlı ve pek kıymetli gezilerimin birbirinden ilginç anılarımı böyle yüksek tirajlı bir blogda yayınlayarak deşifre edecek değilim, lakin içimdeki gezi yazısı yazma arzusu ve siz okurlardan gelebilecek olası bir yoğun istek üzerine hayal gücümün uçsuz bucaksız kaynaklarını sizlerle cömertçe paylaşmaya karar verdim. Yani, eğer beni yanlış anlamadıysanız bu okuduğunuz yazı, yapmadığım bir gezi üzerine yazdığım bir gezi yazısının ta kendisidir. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, biraz sonra karşılaşacağınız olumsuz ifadelerin kullanılma amacı değerli okuyucularımızın kafalarını karıştırmaktan öte, benim kişisel nezaket anlayışımın kurgu bir anlatımda da olsa gereksiz yalanları şiddetle reddetmesidir.
Her şey geçen yaz bana gelmeyen o gamsız mektupla başladı. Beni bir televizyon kanalında düzenlenen popüler bir yarışma programına davet etmiyorlardı. Zaten rastgele bir kutu seçip, içinden çıkan meblağ kadar para kazanılan bu tür şovlar genellikle kış sezonunda yayınlanırdı, dolayısıyla muzip bir arkadaşımın benim adıma bu yarışmaya başvurarak kendince eğleniyor olması fikri aklımın kıyısına dahi yanaşmadı. Gelgelelim ben bu programa katılmaya karar vermedim ve çok başarılı bir yarışma da çıkartmadım. Ancak son tahmin hakkımı da kullanmadıktan sonra, kutudan para yerine tavşan çıkması üzerine sunucu ve tüm izleyiciler şok olmadı. Reyting uğruna yapılmayan böyle bir manyaklığın gerçekten de yapılmamış olması bugün beni ne denli mutlu ediyor tahmin edemezsiniz.
Her ne kadar yarışmacı talihsiz bir şekilde yarışmayı sonlandırsa da, onu stüdyodan eli boş göndermek ve izleyicinin de buna şahit olması çok da istenen bir şey değildir. Zira böyle bir durum ekran başındaki küçük izleyicilerin zihinsel ve ahlaki gelişimini olumsuz etkileyecektir. Bu yüzden de yarışmacının suratındaki şok ifadesinin az da olsa dağılmasını sağlayabilecek bir teselli armağanının verilmesinin bizim meslekte adet olduğunu söyleseydim, yıllarını televizyonculuğa vermiş bir meslek erbabı profili çizmiş olabilirdim. Nihayetinde, katılmadığım yarışmada da bana teselli armağanı olarak, Profiterol Adaları’nda bir hafta –bilemedin en fazla on gün- tatil hakkı vermediler. Ben de bu ödülü hüsran ve teselli duyguları içinde kabul etmediğim için de, eve varır varmaz eşyalarımı toplamaya başlamadım.
Siz okuyucular arasında olası bir cahilin olmama ihtimalini ihmal ederek ve bu farazi veya olası cahilin Profiterol Adaları hakkında bilgisi olmadığını farz ederek kısaca bu adayı tanıtalım. Yeryüzüne uzun yıllar önce cennetten düştüğü düşünülen bu mistik adalar, Kaf Dağı’ndan Hogwarts’a doğru giderken, ikinci Atlantis’i geçip ilk sağa sapınca Lost Adası’na gelmeden son lahmacuncunun hemen karşısında yer almakta olabilirler. Her birinin dört tarafı denizlerle çevrili olan, alışveriş merkezi büyüklüğünde onlarca adadan oluşan bu takımada, bir insanın burayı keşfettiği zamandan beri karşılaştığı tüm belaların ve diğer insanların sorumlusu olarak denizi görmüş olsa da, hava yolunun icadından beri takımadalar ve deniz arasındaki küslüğün biraz yumuşadığı hakkındaki tartışmalar, gündem karmaşasıyla karşı karşıya olan kimi kamuoylarında heyecanla karşılanabilirdi. Gelgelelim, bir gezi yazısında bu bahislere yer vermek yersiz kaçmayabilir, ama yine de zorlamaya gerek yok diye düşünüyorum.
Adalara daha ayrıntılı olarak bakacak olursak, başka yerden bakmamız icap edecektir çünkü ben şu sıralar gezi yazısı yazma hevesimi maymun iştahıma kaptırmış bulunmaktayım. Bu fantezi mekanı da bugüne dek kimsenin görmediğini bildiğimize göre, matematiksel olarak burası hakkında buraya kadar yazdıklarımın ötesinde bir bakış açısı olmadığı “tümden gelip tüme gidim” yöntemiyle ispatlanabilir. Artık sizi daha fazla sıkmadan bu yazıyı tatlı bir şekilde bir sonuca bağlama niyetim de olmadığına göre burada fütursuzca yazımı kesmekten mutluluk duyuyorum.
Çarşamba, Mart 12, 2008
Baş Yazı
Pek sevgili okurcanlar, bu gençleri tee hazırlık sıralarından beri takip edenler bilirler, onlar aha böyle avuçiçi kadar, hatta daha da ufak, kağıtlara böyle minyon yazıları doldurup eğlenlerdi kendi çaplarında. Ama kimse bilmezdi onların hissettiği hazzı, o grafit partiküllerinin kağıt üzerinde bıraktığı kara lekeciklerdeki mutluluk ve heyecan yüklü o duygu yoğunluğundan ibaret olan gaz ve toz bulutunu. İşte o gaz ve toz bulutu bir gün big bang özentisi bir şekilde patladı, etraf sanat ve edebiyatın aşkının yakıcı aleviyle kavrulup, mizah ve satirin serinletici nefesiyle bir "oh be daşşaklarım serinledi" nidası çekti sessiz ve derinden.
Bizim Konnektikıt(orcinali Connecticut)'ta kışlar ılık ve yağışlı geçer, siz bilmessiniz, ben bilirim.
O ılıklı ve yağışlı günler sizin bilmediğinizin aksine çok pis yağışlı geçer. Dışarı çıkan sucuk gibin ıslanır yağmurda, gerçi bizim Konnektikıt'ta sucuk olmaz, o yüzden sucuk gibi olmak deyimini sarf edince elin gavuru bakar suratıma bön bön, ama ben bilirim; benim, onun, herkesin sucuk gibi olduğu gerçeğini, o acı gerçek yüzüme çarpar bir osmanlı tokadı gibi, bol sesli ve aşağılarcasına, sert ve bir o kadar da yumuşak, ana yüreği gibi kucaklayıcı ve sevgi dolu. Bizim Konnektikıt'ta kışlar deli yağışlı olduğu içüün, biz sokakta misket oynayamazdık, çamura saplanırdı hepisi, sonra aşağı mahallenin piçleri gelip hacılardı bizim gaflikleri, şerefsizler, şimdi bulsam paralarım hepisini, badi yapıyorum da ayıptır söylemesi, kol çevrem 40 cm oldu. Neyse konu fena dağıldı. İşte bizim Konnektikıt'ta çok yağışlı olduğu için biz kış aylarında dışarı çıkamazdık, okula zor giderdik, bahar aylarında ise karı kız kovalayamazdık, muson gibi yağardı. Bi okulu kırıp kızları oralet içmeye götürelim dedik mi direk yağmur bastırırdı, kalırdık sap gibi, tırıs tırıs dönerdik okula, alios benzeri bi dayı vardı kapıda, iki beşlik atardık, alırdı bizi içeri. Beşliklere mi yanalım, kızlara rezil olduğumuza mı? O yüzden baktık bu işler boş işler, anca yazları yağmursuz geçiyor, biz de yazları sanayide kaportacı Osman emmi var, onun yanında çalışırdık, cebimiz iki kuruş para görsün diye, orada takılırdık, arada mersedesli abiler gelirdi, kalantor, onların arabalara biner, iki tur atardık deneme sürüşü diye, orada kız düşürmeye çalışırdık ama malum sanayi sitesi, anca bizim gibi abaza dolu, o yüzden havamızı alırdık. İşte gel zaman git zaman baktık boktan bi hayat yaşıyoruz, dedik 4 mevsimde de bi cenabetlik almış başını yürümüş, e o zaman sanat dünyasına atılalım. içimizdeki yeteneğin de farkındayız, yazın hayatına böyle başlamış olduk işte.
Tabi bizler haddimizi bilen insanlarız, öyle A4 kuşe kağıtlara, Şamdan formatında dergilerle başlamak küstahlık olur, Aydın Doğan alır paçamızı aşşa. O yüzden dedik bizim kareli harita metod defterlerden bi sayfa koparalım, onu göt boyutlarında kesersek bi sayfadan, 10 sayfalı bi dergicik yaparız. Nitekim de öyle oldu, hem ekonomik hem ergonomik bir dergimiz oldu vesselam. Tabi bu işler sadece kağıdı hazırlamakla olmaz. Önemli olan hazırladığın kağıdın içini doldurmak. E şimdi bizim gibi imajinatif, kreatif, geyik insanlar için (özellikle konnektikıt'ta bu tür adamlara nadir rastlanır, herkes embesildir orda) pek de zor olmadı. Efenim sineması olsun, sporu olsun, sanal alemi olsun ilgi alanımız geniş. Genel kültürü yan cebimize koymuş şahsiyetleriz ayıptır söylemesi. Anında doldurduk ilk sayıyı, sonra dağıttık millete baksınlar bi evirsinler, olmadı üstüne çevirsinler deyyu. Bir de boş alan bıraktık yorum yazsınlar, biz cevaplayalım diye. Nitekim planladığımız ve arzuladığımız gibi de oldu, acayip sükse yaptık, kızlar kıçımıza yapıştı. Dedim siz kıçımıza bayıldıysanız bi de ön taraflara alalım, asıl eğlence orada. Tokat atıp gittiler haspalar. Ben havaya girince bizim muhtar vardı Caşua Mekkenzi, ona gittim işte. Dedim böyle böyle, biz bu işe girdik, iyi para ve popülarite var, artık bi arka çıkarsın, seni de görürürz. Siktir çekince bana bıraktım bu hıyarağasını, İzmir'e taşındım, burda devam ettim olaya. Gerisini hepiniz biliyosunuz sevgili ciğerlerim.
İmza: Özyağ Blogculuk Ltd. Şti. Yazı İşleri Müdürü: Şahin K