Gezi yazısı yazmak için temelde bir insanın iki şeye ihtiyacı vardır: yazabilme yeteneği ve gezi. Edebi yeteneğimin ebediyetinden şüphe duymaksızın, yapmış olduğum gezileri düşününce, bugüne dek ne denli az ve öz gezdiğimin farkına vardım. Sakın heyecanlanmayın, sınırlı ve pek kıymetli gezilerimin birbirinden ilginç anılarımı böyle yüksek tirajlı bir blogda yayınlayarak deşifre edecek değilim, lakin içimdeki gezi yazısı yazma arzusu ve siz okurlardan gelebilecek olası bir yoğun istek üzerine hayal gücümün uçsuz bucaksız kaynaklarını sizlerle cömertçe paylaşmaya karar verdim. Yani, eğer beni yanlış anlamadıysanız bu okuduğunuz yazı, yapmadığım bir gezi üzerine yazdığım bir gezi yazısının ta kendisidir. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki, biraz sonra karşılaşacağınız olumsuz ifadelerin kullanılma amacı değerli okuyucularımızın kafalarını karıştırmaktan öte, benim kişisel nezaket anlayışımın kurgu bir anlatımda da olsa gereksiz yalanları şiddetle reddetmesidir.
Her şey geçen yaz bana gelmeyen o gamsız mektupla başladı. Beni bir televizyon kanalında düzenlenen popüler bir yarışma programına davet etmiyorlardı. Zaten rastgele bir kutu seçip, içinden çıkan meblağ kadar para kazanılan bu tür şovlar genellikle kış sezonunda yayınlanırdı, dolayısıyla muzip bir arkadaşımın benim adıma bu yarışmaya başvurarak kendince eğleniyor olması fikri aklımın kıyısına dahi yanaşmadı. Gelgelelim ben bu programa katılmaya karar vermedim ve çok başarılı bir yarışma da çıkartmadım. Ancak son tahmin hakkımı da kullanmadıktan sonra, kutudan para yerine tavşan çıkması üzerine sunucu ve tüm izleyiciler şok olmadı. Reyting uğruna yapılmayan böyle bir manyaklığın gerçekten de yapılmamış olması bugün beni ne denli mutlu ediyor tahmin edemezsiniz.
Her ne kadar yarışmacı talihsiz bir şekilde yarışmayı sonlandırsa da, onu stüdyodan eli boş göndermek ve izleyicinin de buna şahit olması çok da istenen bir şey değildir. Zira böyle bir durum ekran başındaki küçük izleyicilerin zihinsel ve ahlaki gelişimini olumsuz etkileyecektir. Bu yüzden de yarışmacının suratındaki şok ifadesinin az da olsa dağılmasını sağlayabilecek bir teselli armağanının verilmesinin bizim meslekte adet olduğunu söyleseydim, yıllarını televizyonculuğa vermiş bir meslek erbabı profili çizmiş olabilirdim. Nihayetinde, katılmadığım yarışmada da bana teselli armağanı olarak, Profiterol Adaları’nda bir hafta –bilemedin en fazla on gün- tatil hakkı vermediler. Ben de bu ödülü hüsran ve teselli duyguları içinde kabul etmediğim için de, eve varır varmaz eşyalarımı toplamaya başlamadım.
Siz okuyucular arasında olası bir cahilin olmama ihtimalini ihmal ederek ve bu farazi veya olası cahilin Profiterol Adaları hakkında bilgisi olmadığını farz ederek kısaca bu adayı tanıtalım. Yeryüzüne uzun yıllar önce cennetten düştüğü düşünülen bu mistik adalar, Kaf Dağı’ndan Hogwarts’a doğru giderken, ikinci Atlantis’i geçip ilk sağa sapınca Lost Adası’na gelmeden son lahmacuncunun hemen karşısında yer almakta olabilirler. Her birinin dört tarafı denizlerle çevrili olan, alışveriş merkezi büyüklüğünde onlarca adadan oluşan bu takımada, bir insanın burayı keşfettiği zamandan beri karşılaştığı tüm belaların ve diğer insanların sorumlusu olarak denizi görmüş olsa da, hava yolunun icadından beri takımadalar ve deniz arasındaki küslüğün biraz yumuşadığı hakkındaki tartışmalar, gündem karmaşasıyla karşı karşıya olan kimi kamuoylarında heyecanla karşılanabilirdi. Gelgelelim, bir gezi yazısında bu bahislere yer vermek yersiz kaçmayabilir, ama yine de zorlamaya gerek yok diye düşünüyorum.
Adalara daha ayrıntılı olarak bakacak olursak, başka yerden bakmamız icap edecektir çünkü ben şu sıralar gezi yazısı yazma hevesimi maymun iştahıma kaptırmış bulunmaktayım. Bu fantezi mekanı da bugüne dek kimsenin görmediğini bildiğimize göre, matematiksel olarak burası hakkında buraya kadar yazdıklarımın ötesinde bir bakış açısı olmadığı “tümden gelip tüme gidim” yöntemiyle ispatlanabilir. Artık sizi daha fazla sıkmadan bu yazıyı tatlı bir şekilde bir sonuca bağlama niyetim de olmadığına göre burada fütursuzca yazımı kesmekten mutluluk duyuyorum.
Bu blog'a baktıkça, Özyağ'ın geldiği noktaya karşı hayretimi gizleyemiyorum. İlk başta küçük kağıtlarla amatör bir şekilde başlayan bu yayım, daha sonra dijital dünyaya entegrasyon sürecinde hiçbir zorluk yaşamadı. Buradan tüm özyağ okuyucularına selamımı yollayıp, "Biz kaç kişiyiz, lan?" tipi bir örgütlenme anlayışını benimsemiz gerektiğini belirtiyorum. Herkese esenlikler...
YanıtlaSilBüyük ozan Hazım
Sevgili ve bir o kadar da gocuman ozan Hazım, bu yoruma baktıkça Özyağ'ın götünün kalkmasından mütevellit, hayretlerimi gizlemekte büyük problemler yaşıyorum. Doktora gittim, Almanya'ya tedavi olmaya gitmem gerektiğini söyledi, ama beni Türk bilgisayarcılarına emanet etmelerini istediğimden gitmedim. Zaten küçük kağıtlardan dolayı alışıktım ben bu tür zorluklara. O yüzden sayfanın altına sayaç koydum biz kaç kişiymişiz acep diye, an itibariyle 277.
YanıtlaSil