Cuma, Mayıs 23, 2008

Anglosaksoculuğun yarattığı dayanılmaz piskopatlık



uzun süren manikdepresif ve bir o kadar da nahoş olan piskolojik olarak yandan yemiş bir dönemin ardından yazıyorum bunları sizlere. bırakıcam bilimi mühendisliği, meyhane açıcam bi dene. regresyon kadar daş düşsün tepelerine. üç adet daşşaklı case verilen bir dönemde, sınavların şemsiye misali açılamayacak pozisyonlarda bulundukları bir dönemde, ülkenin dört bir yanından gelen gençlerin soyunun çatalhöyüğe dayandığını iddia eden ve bunun üzerine çantaların sıraların üstüne konmamasının gerektiğini savunan manyak bir ingilizce hocasının bir o kadar manyak sunumlar yaptırmaya çalışması insan hakları evrensel bildirgesine ve magna carta ya hakaret ve dil uzatma değil midir? üstüne elalemi kıçıkırık iki dakkalık sunum için daldaşşak köyü ihtiyar heyeti ile röpörtaja yollaması da recm ile katline davetiye çıkarmaz mı? insan manyak olmaya görsün. havaların ısınmaya başlamasıyla her türlü uçan ve kaçan haşaratın tişörtlerin üstüne, kola, enseye, göbek deliğine gelip yapışması ve fiske ile postalama arzusunun ürünü olarak tişört üstüne, kola, enseye, göte göbeğe zeytin ezmesi kıvamında iz bırakması ne kadar iğrenç bir duygu de mi? hepimiz kesin yaşamışızdır, ben yaşadım şahsen, hala yaşamaktayım, her tarafımda zeytin ezmesileri var. boy boy. o yüzden haşaratlardan ve ingilizce hocalarından uzakta ufak bir meyhane kurup, akşamları iki tek atıp yatmak tek arzum olmaya başladı gibi geliyor bana sanırım. aslında ingilizce hocalarını da bir fiske ile zeytin ezmesine çevirebilmek mümkün olsa bir saniye durmam, kafalarına sıkıp giderdim. tekme atsam da olur, sadece onları o duvarda yağlı boya gibi görmek istiyorum. hani klasik ingilizce öğretmeni tipi olur ya. fiziksel özellikleri kollarında çantaları, bir ellerinde kitaplar, liseli kız kıvamında bele dayanmış alt kısımları falan, işte o, bir de üstüne diğer elde teyp. evet teyp. en belirgin özellik budur. hıyarın teki doldurur bir kasede konuşmaları, o hocalarda sanki teypten dil öğrenilirmiş gibi gereksiz varoluşlarının demirbaşı bellerler güzelim teknolojik aleti. bu fiziksel özelliklerinin yanında erkekler konusunda bedeviler kadar bile bahtlı olamayan bu hatun kişiler, fiziksel ihtiyaçları için bırakın bir erkek insan hayvanını, erkek kutup ayısı bile bulamadıklarından mütevellit, limit değerlerin üstündeki östrojenin de etkisiyle, iq da dramatik bir düşüş yaşayıp, ottan boktan kıl kapma gibi insanüstü özelliklerle donanıp, kendi halindeki üniversite öğrencilerine işkence yapmayı rutine bağlarlar ve bundan orgazm açlıklarını giderirler. şimdi bütün bunları düşünüp tam ağırlık merkezi hedef alınarak atılacak bir tekme, kafa, dirsek, kroşe, diz ve muadili hasar verme yöntemleri nasıl bir zevk verir insana değil mi? kırılan kemiklerin çıkardığı ses ruhunuzu beslerken etrafa saçılan salya sümük kan, uygun yere vurulursa kusmuk, görsel açıdan da tatmin sağlamaktan öteye geçip manyak eder insanı. oh be rahatladım gibi accık.

Perşembe, Mayıs 01, 2008

Yarı-açık Mektup


Biricikim Sigmund,

Bu satırları sana yazmadan önce şunu belirtmek isterim ki, bu satırları sana yazma sebebim seni kendime pek yakın hissetmemdir demeye kalmadı sana birkaç satır yazdım bile. Seni kendime yakın hissetmeme gelince, beni sakın yanlış anlama; zira benim sana karşı olan hislerim, her ne kadar sen aksini iddia edebilecek ve hatta kendince kanıtlayabilecek olsan dahi, cinsel içerikli değil, valla. Seninle ilk tanışışım nerede oldu hatırlayamıyorum ama şu kesin ki tarihin başlangıcından (İ.S. 1988) bu güne (Ö.S. 20) [yuh lan 20 sene olmuş beaa] ne zaman bir yerde sana ait bir ifadeye rastlasam, “şerrefsizim bu benim aklıma gelmişti... de tabi ben başka şekilde ifade ederdim herhalde... yok lan içime atardım, söylenir mi yav böyle şeyler alenen” benzeri içsel tartışımlarla boğuşuyorum. Ancak, tee ne zamandan bu güne değin bu içten tersinir boğuşumlarımı açık etmemeye özen göstermişimdir. Yazarayak tekrar düşündüm de; iyi etmişim aslında. İnsanın içinde her daim sadecene kendine sakladığı bir takım gizli ve saklı olgular olmalı, hatta bu olgular insanın içini duldurmalıdır. Evet Sigmund doğru okudun, seni kendime sakladım. Lakin şu da benim için acı bir gerçektir ki, insanın kafasının içinde başka bir insan saklaması, o insana (saklayan dallama) ne denli mahremiyet hissi sağlıyorsa, benim hissiyatım da o kadardan aşağı kalmadı. Zaman zaman iç seslerimden şüphelenir oldum. Ne vakit bir iç ses bana bir şeyler gevelese, bu sesin kime ait olduğunu sorgular hale geldim zamanla. Söyle bana Sig, var mıdır bu aksiyonun başka yerde timsali? İç kulağımda birtakım problemler mi vardır yoksa? Bu arada, oradan “olur mu hiç iç kulak, dön de arkana bak!” deyen bağnaz rasyonalist sesler duyar gibi oldum. Buradan o kancıklara sesleniyorum: sizi şimdi neremle duydum lan güdükler! Her neyse, fazla seslendim galiba ki sevgili çevre civar halkı beni hunharca süzmekte. Çevrecivarda hiç yabancı yok. Bildiğin üçlü tayfa. Her zamanki gibi süperben de bizimle beraber, diğer ikisinin arkasını toplayıp duruyor yine. Arkasını toplarken de sövüp durmakta yoldaşlarına. Bizim ikilinin ise boyunları bükük, sanki özgürlükleri ellerinden alınmışmış da üstüne bir de azar işitiyorlarmış gibiler. Yalnız var ya, o kadar ilerledim ama yine iletim yarım ka